Hayatın, kıymet verdiğin şeylerin peşinden tutkuyla giderek mi, yoksa göz göze gelmekten korktuğun duygularından kurtulmaya çalışarak mı geçiyor?
Zor. Yaşamı bu kadar zor kılan şey, var olan sorunlarla yüzleşme ve onları çözme sürecinin acı verici olmasından kaynaklanır. Çoğumuz, sorunların kendiliğinden yok olacaklarını umarak onları göz ardı eder ve devam etmeye çalışırız. Hatta bize yardımcı olması için kendimizi uykuyla, ilaçlarla ya da uyuşturucuyla duyarsızlaştırır, öylece bekleriz. Yüzleşmek yerine, sorunların etrafında dolanırız.
Uzak Doğu’da çok zor yetişen bir bambu ağacı vardır: Moso. Bu ağaç dikildikten sonra, ilk beş yıl boyunca, en ideal şartları sağlasanız bile fark edilir bir değişim göstermez. Beş yılın sonunda ise birden bire günde 45 cm uzamaya başlar ve altı hafta içinde yaklaşık 27 metreye ulaşır. Aslında bu bir mucize değildir. Moso ağacının duruyormuş gibi gözükmesinin sebebi, yıllarca toprağa sabırla saldığı yüzlerce metrelik kökleridir. Gelişim için ihtiyaç duyduğu minerali sağlayacak toprağa ulaşana kadar köklerin uzaması devam eder ve tüm bu birikimsel süreç, beş yılın sonunda kendini gösterir.
Metaforik anlamda Moso ağacının geçirdiği bu evrimsel süreç, insanoğlunun ruhsal gelişimine benzerlik gösterir. Her birimiz, ister zamanla, ister travmatik bir acıyla, ister dönüşüm için çaba sarf ederek; gerekli hazırlıkları yapar ve bir noktada devrime izin veririz.
Tüm bu yatırım, öz disiplinle başlar. Öz disiplin, öz-özendir, öz-sevgidir, kabuldür. Yıllardır aynı acı veren olayları tekrar tekrar yaşıyor ve aynı cümleleri dinliyorsak, artık değişimi ve beraberinde onun sorumluluğunu kabul etmenin zamanı gelmiştir. Psikolojik yuvamızı terk etmek, yaşamdaki en zor işlerden biridir. Defalarca acı verse de bildiği yoldan gitmek isteyen bilinçaltına, daha önce denenmemiş ve tanıdık gelmeyen yolu öneren üst bilinç adeta meydan okur. Tam bu noktada, farkındalık bu döngüyü durdurabilecek tek şeydir.
“Şu anda sürdürdüğüm bu davranış/bu seçim/bu his benim işime yarıyor mu?” sorusuyla kendimize geliriz.
Bu soruya vereceğimiz cevapla, bulanıklık kaybolmaya başlar. Böyle bir dürüstlük, acısız bir biçimde gerçekleşmez. İnsanoğlunun en başta kendisine ve ardından başkalarına yalan söylemesinin sebebi de budur. Yalan söylemek, meşru acıdan ve onun sonuçlarından kaçma girişimidir. Olduğu gibi kabul etmek ve basitçe yüzleşmek ise diğer bir meydan okumadır.
Bu yolda ilerlerken öz-özen ve şefkat bize eşlik etmeye başlar. Kendinizi kınadığınız, suçladığınız ya da hırpaladığınız zamanları fark edin. Bu anlar, gelişimi durdurup, yıkıcı öfke enerjisini çoğaltan paravanlar oluşturur. Bir sorunu çözebilmek için önce o paravanları kaldırıp, acıyı “şefkatle” kucaklamak gerekir. Kendinizi ve başkalarını her koşulda ve “olduğu gibi” sevebildiğiniz noktada öz-özen başlar. Eleştirmek yerine sahiplenmek, yargılamak yerine sevmek bizi iyileştirir. Hoş geldin dediğimiz her korku, kendini ve bizi dönüştürür. Ve bir kez kabullendiğimizde, artık o acı olmaktan çıkar.
İnsanoğlu, tüm hayatı boyunca yaşamayı öğrenmeyi sürdürebilir. Bu anlamda her yeni deneyim, bizler için bir yeniden doğuş gibidir…
Uzman Psikolog Dilay Süloğlu
Son yorumlar